15 Nisan 2021 Perşembe

SELAHATTİN KAAN BİLEN soruyor, CENGİZ KÖROĞLU Cevaplıyor (Yavuz Çetin - SATILIK albüm kayıtları)

Bu röportaj sorularını bana ilettiğinde Selahattin Kaan Bilen, Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik / Performans bölümü son sınıf öğrencisi idi. Siz bu yazıyı okurken muhtemelen mezun sayılacak. Hocası ise çok sevdiğim çok iyi bir müzisyen arkadaşım Cengiz Ünal. İkisine de bana bu fırsatı verdikleri için teşekkür ediyorum.


 1. Kısaca kendinizden bahseder misiniz? Cengiz Köroğlu nasıl birisidir?


Hah :) CK her bakan gözde muhtemelen biraz farklı biridir ama herkes için ortak bazı bilgileri kısaca geçeyim. Yugoslavya diye bir memleket dağılmadan önce onun Kosova özerk bölgesinde doğdum, standart okulun yanısıra 6 yıllık yarı zamanlı müzik okulunu bitirdim, lise de bitince üniversite için Türkiye’ye geldim. Öğrenci statüsünü hep sevdim ve ayrıca ekonomik ve hukuksal olarak da avantajları vardı dolayısıyla kazandığım İletişim Fakültesini, galiba 9’du, 9 yılda bitirdim. Geldiğim ilk yıl önce konservatuara geçiş yapmak istedim, denedim ama beni almadılar. Gerekçeleri; solfejimi gitarımdan geride bulmuşlar ve beni hangi sınıftan başlatacaklarını bilememişler o yüzden hiç almamışlar. Çok geçmeden “torpil” denen bir kavramı öğrendim, kabul edilecek kısıtlı sayıda öğrencinin nasıl seçileceğini etkileyen başka unsurlar, yani insanlararası yakınlık/uzaklık ilişkileri varmış. Bir sonraki yıl tekrar başvurmamı salık verdiler ancak bir yıl sonra ben çok daha ilginç ortamlarda kendi harçlığımı zaten kazanıyor durumda idim ve artık ilgi duymuyordum. O ilk yıl çok ama çok zordu ama eninde sonunda işler yoluna girmişti. Moğollar grubunun bateristi rahmetli Engin Yörükoğlu’nun Jazz Stop barında haftada 7 gece blues ve rock çalıyorduk, kalabalık kitlemiz oluşmuştu, gündüzleri ise İletişim Fakültesini okumaya devam ediyordum. Çocukluğumdan beri ses kayıt yapmaya da ilgi duyduğum için bu özellik beni birkaç yıl içinde stüdyoda tonmaister olarak çalışmaya kadar da götürdü. Okul ve bar devam ederken Fuat Güner’in FT stüdyolarında önce stajer/yardımcı daha sonra ödenekli tonmaister/gitarcı olarak birkaç yıl çalıştım. FT stüdyolarında endüstrinin önde gelen büyük isimlerinin yüksek bütçeli işleri yapılıyordu dolayısıyla çok iyi besteci, şarkıcı, aranjör, müzisyen vs ile tanışma fırsatım oluyordu. Öğrenciliği yani öğrenmeyi hep sevdiğimi söylemiştim ya, ben becerilerimi geliştirdikçe daha da büyük işlerde yer almaya başladım, yurtdışı konser turneleri, albüm şarkısı aranjörlüğü, ulusal TV kanallarında tonmaisterlik, kendi stüdyomu işletmek, stüdyoda doğan albümlerin konser turnelerini çalmak vs, hatta öğretmenlik de.


İşlerin yelpazesine bakınca ortak paydaları müzik olan ama esasında birbirinden oldukça farklı alanlara ilgi duyduğum ortaya çıkıyor. Evet, hayatta karşılaştığım çeşitli konuları merak eden, öğrenmeye doyamayan ve konuların vitrinlerinde olanlarla tatmin olmayıp derinine inmek, özünü kavramak isteyen araştırmacı bir yapım var. İnsanların koyduğu kurallar ve kısıtlamalardan hoşlanmam, aşmaya çalışırım. En çok da kendimde bulduğum kısıtları ve engelleri aşmaya çalışır, kendimi her alanda devamlı geliştirmeye çalışırım. Tek bir insanın egosundan daha büyük oluşumlar ilgimi çeker, insanların takımca işbirliği içinde yapabileceklerini heyecan verici bulurum.




2. Yaklaşık 24 yıldır bu sektördesiniz. Sizce bir müzisyen, ses ve kayıt tekniklerini tek başına öğrenip kendini geliştirebilir mi? Yoksa bu konuda eğitim alması şart mı?


Günümüzde internet ve diğer teknolojiler sayesinde bilgiye ulaşmak çok kolaylaştı. Eskiden, merak ettiğim bir kitabı bulmak ve almak için günlerce gazete ilanı takip edip, zor kurulan telefon bağlantısını tutturmak için telefon başında saatlerce uğraşıp, kitabın postayla gelmesini haftalarca beklediğimi bilirim. Kitap gelse de bugün internette milisaniyeler içerisinde bulabileceğimiz müthiş ayrıntılı yüksek kaliteli videolardaki kadar bilgi olmuyordu içinde. Sonra, internet ve sosyal medya kültürel anlayışı da değiştirdi, eskiden sır gibi saklanan şeyler yada uluorta gösterilmesi ayıp sayılan şeyler rahatça paylaşılmaya başlandı. İnsanlar gittikçe bildiklerinin daha da fazlasını daha da çok kişiyle paylaşıyorlar, bu bir trend oldu. Bilgilerini yada hizmetlerini direk ücret karşılığında satma ve ücreti ödemeyene bilgiye erişimi engelleme anlayışı yavaş yavaş “buyrun bilgi burada, yada projem budur, parasal destek verebilen versin, bağış yapabilen yapsın” diye özetleyebileceğim bir modele doğru kayıyor galiba. Patreon gibi siteleri kastediyorum.  Hal bu iken insan her konuyu bir eğitim kurumuna yada hocaya ihtiyaç duymadan ekran başında tek başına çalışarak öğrenebileceğini düşünmeden edemiyor. Ancak…. internet bize istemediğimiz kadar bol bilgiyi ultra kolay ulaşılabilir hale getirse de, bilginin güvenilirliği ve kalitesini ve gerekliliğini sağlamıyor. Terör ve başkalarına hakaret içermediği sürece herkes her düşündüğünü dünyaya yayınlayabiliyor. O kadar çok veriye o kadar hızlı ulaşmak mümkün ki şimdi esas problem bunları filtrelemek çünkü gerçekten bilen de, bildiğini sanan da, çok iyi biliyormuş rolü yapan da hepsi eşit şartlarda yayın yapabiliyor. Hangi bilgiler gerekli, hangileri gereksiz, hangileri işe yarar ve faydalı, hangileri zaman kaybettirici tuzak, hangileri bizi en etkili şekilde geliştirecek, hangileri bizden işe yaramaz zombi yapacak, mesele bunu ayırt edebilmek. İşte tam da burada tecrübeli bir yol göstericinin önemi devreye giriyor. İyi bir hoca öğrenmekte olan birini bir sürü yan yola sapmaktan kurtarıp zaman kazandıracaktır.


Özetle, sorduğun ses kayıt teknikleri konusunu (yada günümüzde herhangi bir diğer konuyu) tek başına öğrenmek mümkün, hatta önden bazı temel bilgilere sahipsen kolay hale geldi bile diyebilirim, ama önce bazı temel ön bilgileri yerine koymak şartıyla. Başlarken ister kurumsal yapının içinde yada bağımsız olsun ama tecrübeli güvenilir bir hocayla başlamayı tavsiye ediyorum. Ses kayıt teknikleri yada herhangi bir konu ile ilgili hiçbir şey bilmezken marketing tuzaklarına kapılmak, doğru yada yanlış, besleyici yada çöp bilgilerin okyanusunda boğulmak ve zaman ve motivasyon kaybetmek pek mümkün. Özellikle öğrenmek isteyen kişi senin gibi gençse ve muhtemelen hayatın tuzakları ve sahtelikleri hakkında pek tecrübesi de yoksa bu dediklerim daha da geçerli. 


Yine çok çeşitli konular için geçerli ama özellikle ses kayıt teknikleri için İngilizce bilmenin önemi de büyük. Konu hakkında tecrübeli güvenilir birinden temel bilgileri ve konunun büyük resmini aldıktan ve İngilizce’yi ilerlettikten sonra yola tek devam etmek çok kolay ve keyifli artık günümüzde.



3. 1998’ de Stüdyo 74 ü kurarken ve bu sektöre girerken hayaliniz, planınız veya bir ön görünüz var mıydı? 


Gitarı ve müziği hem sahnede çalmayı hem kaydetmeyi çok seviyordum, çevremdeki insanların bana söylediklerine, güven duyup iş teslim etmelerine ve işimden memnun olmalarına dayanarak ise bunları iyi becerebildiğimi düşünüyordum. Öyle olmasa bile iyi becerene kadar kendimi gelişmeye razıydım aslında. Öyle market araştırması, sektörün hacmini ölçmek, pastanın şu kadar payını hedeflemek, iş modeli tasarlamak vs gibi planlarım yoktu, esasında bu kavramları bilmiyordum bile. Müzik ve kayıt yapmak isteyen insanlar vardı, benle çalışmak istiyorlardı, yapımcı şirketlerin albüm kayıtlarına yatırdıkları paraları da göz önüne alınca bu işi yaparak geçinebileceğimi hesapladım hepsi bu. Esas heyecan verici mesele insanların dinlerken etkilenecekleri albümleri yapmaktı, e bunu yaparken geçinecek para da geliyorsa ne ala, başka ne yapacaktım ki? Sonra bu albümler iyi yapılırsa öyle şişede durduğu gibi durmuyordu, bunların bir diğer olası getirisi ise benim çocukluk hayallerimi süsleyen o büyük konserlerdi işte. Hoşuma giden ve yapımında benim de katkım olan müziği geniş insan kalabalığına sevdiğim sahne arkadaşlarımla cayır cayır volümde çalmak, sanırım en çok istediğim şey buydu. Oraya giden yol neyse onu yapacaktım. Yolda çok zorlandığım yerler ve zamanlar oldu, ama ne olursa olsun değil vazgeçmek, yani vazgeçmek bir seçenek olarak bile hiç aklıma gelmedi doğrusu. Bu olmazsa filanca B planına geçerim diye ikinci seçenek hiç yoktu ki aklımda.


Yeri geldi bu hayalim aynen gerçekleşti. Diğerleri arasında dinleyicinin en iyi bileceği Feridun Düzağaç ve Kıraç ile o denklemi yakaladım. Yaptığımız o albümlerin ve şarkıların bazıları büyük beğeni ve hayranlık topladı, çok arzu ettiğim o büyük konserlerden doya doya yüzlerce çaldım. 




4. Stüdyo ortamı, projelerde çalışan insanların birbirleriyle olan iş ilişkileri, görev ve sorumlulukları hakkında neler söyleyebilirsiniz? 


Albüm veya şarkı yapımında genel olarak aşağıda saydığım gibi görevler bulunur:


Söz Yazarı

Besteci

Yorumcu

Aranjör

Tonmaister

Asistan

Prodüktör

Müzisyenler

Yapımcı (Şirket)


Bu görevlerin her birini ayrı kişiler yapabileceği gibi, bazen bir kişi 3-4 görevi de üstlenmiş olabilir. Örneğin söz yazarı, besteci, yorumcu aynı kişi olabilir ve buna çok rastlanır (örn: Feridun Düzağaç). Prodüktör’ün aynı zamanda tonmaister (miks mühendisi) olabilir ve bunun da çok başarılı örnekleri vardır.


  İngilizcede yorumcuya “artist” derler. Türkiye’de halk arasında “sanatçı” diye yaygınlaşmış olsa da bu kavram esasında karmaşa yaratmaktadır çünkü “eğer şarkı söyleyen sanatçıysa enstruman çalanlar değil mi?” Yada “resim ve heykel yapanlar sanatçı değil mi?” gibi soruları doğuruyor. Resimle uğraşan sanatçı ressam ise, bu anlayışla müziği vokali ile yani şarkı söyleyerek icra eden de şarkıcı olması gerekmez mi? Bazen komiğime giden şeyler de oluyor, yorumcu türkü okuyorsa “türkücü” ama başka tarz okuyorsa “sanatçı” diyorlar. Bir ara medyada “ses sanatçısı” gibi toparlama çabaları da duydum. Herneyse, hukukta bu şahıs yorumcu yada icracı yorumcu diye geçer. İster kendi bestelerini yada başkasının bestelerini okuyor olsun, teknik ve hukuki açıdan işin sahibi yorumcudur. Dinleyiciye pazarlanan şey %90 durumlarda yorumcudur. Kıyafet yorumcuya dikilecektir, elbise yorumcuya giydirilecektir, görücüye yorumcu çıkacaktır, albüm kapağında (şarkı başlığında) yorumcunun adı yazacaktır. Eğer elbise yorumcuya göre iyi dikilemezse tüm çabalar ve emekler boşa gider genelde. Yorumcudan beklenen ise icra ettiği kendi ya da başkasının yazdığı eserin duygusunu mümkün mertebe üst düzeye çıkarması, o esere can vermesidir. 



Bazen yorumcu (artist) bir grup olabilir (örn: Mor Ve Ötesi). Bu durumda aranjör ve müzisyenlere büyük ihtimalle gerek kalmaz, grup kendi şarkılarını sahnede yada prova stüdyosunda çala çala düzenlemiş ve kayda hazır gelmiş olabilir. Grup şarkıları tam olarak final hale getirememişse yada bunu dışardan bakan birinin yardımıyla yapmayı gerek görürse stüdyo aşamasında bir prodüktör ile çalışmayı tercih edebilirler. Prodüktör aynı zamanda iyi bir tonmaister de olabilir ve her iki görevi sorunsuzca yürütebilir yada başka bir tonmaister ile çalışmayı seçebilir ve her ikisinin de asistanları olabilir yada olmayabilir. İşin bütçesine bağlı, küçük bütçeli işlerde mümkün mertebe az kişi çalışır ve birden fazla görevi yapar, büyük bütçeli işlerde genelde daha çok kişi çalışır ve herkesin görev alanı çok daha dar ve belirlidir.


Bazı durumlarda yorumcu sadece yorumcudur, şarkıları söyler, diğer tüm görevleri başkaları yapar. Örn: Tarkan. Söz/beste başkalarından alınır (örn: Sezen Aksu), aranjör düzenler ve müzisyenleri yönlendirir (örn: Ozan Çolakoğlu), miksleri bazen aranjör yapabilir yada yapması için işine güvendiği birine teslim edebilir (örn: Suat Durmuş), miksleri yapan masteringi de yapabilir yada yorulmuş ve objektif kulağını kaybetmişse bir başkasına teslim edebilir (örn: Çağlar Türkmen). Yorumcu bazen kayıttaki performansını, prozodi vurgularını ve duygusunu yönetmesi için bir vokal coach (okutman) (örn: Murat Çekem) ile çalışabilir.


Bugün kayıtlar dijital sistemlere yapıldığı için insanlar kopyala/yapıştıra ve hem ritim senkronizasyonu hem entonasyon hem volüm kontrolü editlerine çok alıştılar. Tüm bu kayıtlar sürerken çeşitli aşamalarda bu kimsenin bahsetmekten hoşlanmadığı editler yapılır, genelde tonmaister yada aranjör/prodüktör tarafından.


Tüm bu saydığım görevleri yapanların başlıca amacı ve odağı işlenen eserin duygusunu en üst düzeye çıkarmak ve mesajını en net hale getirmek,


 yorumcunun performansını ve duygusunu en üst düzeye çıkarmak, eserin de tüm duygusu ve güzelliğini ortaya çıkarmak yönünde olursa sonuç daha başarılı oluyor. İşin sonunda yorumcuyla eser bir bakıma birbirine geçmiş, birleşmiş oluyor, dinleyicide özdeşleşmiş oluyor. 



5. Herhangi bir albüm projesinin stüdyo aşamalarını anlatır mısınız? 


Söz/Beste (repertuvar toplanması ve belirlenmesi)

Düzenleme (MIDI maket yada grupça yapılan müzikte yaratıcı prova şeklinde olabilir)

Enstruman ve vokal kayıtları (nota ve şifre yazımı gerektirebilir)

Edit aşaması (ritim senkronizasyonu, entonasyon düzeltmeleri, çok başarılı yapılamamış kayıtların problemlerinin giderilmesi, tuşe/volüm düzeltilmesi gibi)

Miks aşaması (kaydedilen tüm ses kanallarının renk, volüm, derinlik ve stereo panoramaya yerleşmesi açısından istenen uyum ve dengeye getirilip tek stereo çıktı haline getirilmesi, yada masteringi yapan öyle talep ederse birkaç stereo grup (stem’ler) halinde çıktı alınması)

Mastering aşaması (stereo çıktıyı yada stemleri topluca son bir işlemden geçirip yayın mecraları formatlarına ve standartlarına getirilmesi, albümdeki parçaların birbiri arasında renk ve volüm farkları gibi uyumsuzluklar varsa bunların giderilmesi)


Artı bu aşamaların çeşitli yerlerinde işe yatırım yapan yada tanımıtında yer alacak kişilerle gidişatın değerlendirilmesi var.



6. En çok eğlendiğiniz ve zevk alarak yaptığınız iş hangisiydi? 


Stüdyoda toplu geri vokal kaydı yapmak.

Sahnede kitlesi bol, ses sistemi iyi ayarlanmış, kafadar takım arkadaşlarıyla rock konseri çalmak.




7. Sizin için en uzun süren albümü ve en yorucu aşamasını anlatır mısınız? 


Yoran şey galiba albümün yapımı yada uzun sürmesi değil de insanların tavırları. Yapımı en uzun süren albüm galiba Objektif’in Künye albümüydü, yani ilk notanın kaydedildiği tarih ile çıkış tarihi arasındaki süreden bahsetmiyorum çünkü albümler yapım aşamasındayken çeşitli sebeplerle beklemeye alınabiliyor, kısa veya uzun aradan sonra devam edilip bitirilebiliyor, koyduğum yüksek odaklı çalışma miktarı olarak söylüyorum. O dönem yardımcım da yok, albüme çok yoğun ve çok uzun emek koymama rağmen yorulduğumu hiç hatırlamıyorum. Niye? Çünkü sanırım tıkayıcı tavır yoktu, keyif alıyorduk, benle beraber hem grup üyeleri hem besteci solist Vecdi Yücalan samimi şekilde elimizden gelen en iyisini yaptığımızdan emin olana kadar pes etmiyorduk. Birbirimizi seviyor ve sayıyorduk, işe verdiğimiz ciddiyeti riske atmadan birbirimizle iyi vakit geçirip eğlenmesini biliyorduk. Sibel Tüzün’ün Hayat Yoksa Ben Yokum Bu Yolda albümünde Büyü şarkısı vardır. O şarkının bas gitar kaydı için akşam başlayıp şafağa kadar Levent Candaş’la bas gitarın tonuyla haşır neşir olduğumuzu hatırlıyorum. Bütün bir geceyi sadece ton arayışıyla geçirmiştik, kaydı başka bir gün yapmıştık. Yorgunluk hatırlıyor muyum? Hiç, Levent’in de hatırladığını hiç sanmıyorum. 


Gelgelelim çalışma ortamında gergin, negatif, ufuk açıcı çözüm düşünmek yerine şundan bundan memnuniyetsizlik saçan, espirili empatik havaya girmeyen insanlar varsa işte o zaman o herşeyden çok sevdiğim aynı işi yaparken rekor kötü ve tatsız zaman geçirdiğimi ve işe giderken ayaklarımın geri geri gittiğini hatırlıyorum.



8. Rahmetli Yavuz Çetin’in son albümü olan “Satılık” albümünün prodüksiyonunda yer almıştınız. O prodüksiyona emek veren hatırlayabildiğiniz tüm karakterlerini ve görevlerini anlatabilir misiniz? (asistanından yapımcısına kadar bildiğiniz ve hatırladığınız kimler vardı)



Yavuz Çetin Satılık albümü ön kapağı

Satılık albümünün yapımının başında ve sonunda aktif rol aldım, çalışmanın ortalarında sahne işlerim için şehirdışına gitmem gerekmişti. Stüdyonun anahtarını Yavuz’a bırakmıştım, işin teknik kısmını o dönem kız arkadaşı Mine Erkaya yürütmüştü. Çalan müzisyenler ve diğer emek verenler albümün künyesinde yazıyor zaten. Asistan ve çaycımız yoktu, kendimiz yapıyorduk herşeyi.




9. “Satılık” albümünde kaydın alınacağı gün eserlerde değişiklik yapılır mıydı? 


O dönemki teknolojiyle eserleri bir bilgisayar yada cep telefonu vasıtasıyla bir ön kayıt yapma imkanı yoktu, yada herkeste yoktu diyeyim. Olsa bile Yavuz kullanmazdı, o 60’lar ve 70’leri seven birisiydi, kayıtları aynı o yıllarda özellikle Jimi Hendrix’lerin yaptığı gibi yapmak istiyordu. Bu sebeple eserlerin bir ön kayıtlı ilk halini duymadığım için değişiklik yapıp yapmadığını da kestiremezdim. Muhtemelen sözler melodiler ve akorlar kafasında vardı ama kendisi stüdyoda davulcu ve basçı ile birlikte kurulup çalana kadar şarkıların nasıl olduğunu bilmiyordum. Şarkıları tıpkı sahnede çalınıyormuş gibi davul bas gitar vokal şeklinde tınlatıyorlardı ve kaydediyorduk. Kayıdı dinleyip iyi olan ve olmayan ayrıntıları konuşuyorduk sonra tekrar kayıt alıyorduk ve bu süreci tatmin edici bir altyapı elde edilene kadar tekrar ediyorduk. Yapılan değişiklikler eserin sözleri melodileri ve akorlarıyla ilgili değil, daha çok kaydın teknik açıdan temiz olmasıyla, Yavuza göre şarkıya en iyi hizmet eden ve duygusunu en üst düzeye çıkaran davul ve bas  performanslarının ve tonlarının yakalanmasıyla ilgiliydi. Önden MIDI ile hazırlanmış bir taslak yoktu, davulcu ve basçı da muhtemelen şarkıyı benim gibi ilk defa o gün stüdyoda duyup öğrenip çalıyordu.




10. Yavuz Çetin kayıt sırasında gergin ve stresli olur muydu? 


Ben şahsen Yavuzu gergin ve stresli görmedim hiç ama ara ara düşünceli olurdu. Bir de geyik espiriler yapmayı severdi; Amerika’nın en büyük eyaleti Ohaaaayoooo gibi.




11. “Satılık” albümünün kayıt aşamaları hakkında bilgi verir misiniz? 


Yavuz ile tanışıyor ve sahnede çalıyorduk bir süredir. Davulda dostum Deniz Güngör (Stüdyo 74’ün kurucu ortağı), basta ben, gitar/vokalde Yavuz, trio şeklinde çeşitli yerlerde sahne alıyorduk. Yavuz bir gün albüm kayıtlarına başlayacağını ve bunu bizim Şişlide’ki Stüdyo 74’te yapmak istediğini söyledi. Motosikletinin arka koltuğuna bindim, beni TMC şirketinin adresine Mustafa Karahan’ın ofisine götürdü. “Stüdyo masrafı kaç lira tutar” sorusuna stüdyonun 2-3 aylık kira/fatura giderlerini karşılamaya yeteceğini düşündüğüm bir rakkam söyledim, anlaştık. Yavuz kayıtları 16 kanal analog Fostex teybe yapmamı istiyordu, çalarken klik dahi kullanılmayacaktı, bilgisayarın açma/kapama düğmesine dahi basılmayacaktı. Davulu, bası, gitarı ve vokali tıpkı sahnedeki gibi aynı anda çalacaklardı, analog teyp makinasına kaydedecektim. O şekilde çalışmaya koyulduk. 


Bu bir pop-stara yapılan ve MIDI programlama ve bol kütüphane (sample) ses kullanan aranjörlerin çalıştığı bir albüm değildi. Aranjmanlar müzisyenlerin aynı anda birlikte çalmasıyla ortaya çıkıyordu. Dediğim gibi, klik bile kullanılmadı, kanal sayısı taş çatlasa 16. Sonradan ek gitar ve vokal kanalları eklenecekse veya yeniden kaydedilecekse bile amaç iskeleti oluşturacak olan davulları, bası ve ana ritim gitarı final haliyle kaydedebilmekti. Dolayısıyla kaydedilen hem performanslar hem tonlar çok önemliydi, tatmin edici tonları yakalamak için iyi uğraş veriyorduk. Yavuz peşinde olduğu tınıyı ve performansı yakalamak için stüdyoya çeşitli müzisyenleri davet ediyor, aynı şarkı için hem birkaç farklı anlayışla performanslar hem gerekirse başka davulcu başka basçı da deniyordu. Bir bakıma kayıt ve aranjman aynı anda gerçekleşiyordu. Hatta miksin bitmiş halini bile düşünmeye çalışıyorduk. 


 O dönem Stüdyo 74’teki ekipmanla mikste aman aman mucize yapılamayacaktı, kanallarında basit parametrik eq olan bir Mackie 32/8/2 analog mikser, birkaç kompresör ve 2 yada 3 efekt cihazı vardı. Yavuz dijital sistemleri kullanmak istemediği için en ufak edit te yapılmayacaktı, bu sebepten dolayı da  kayıtlar performans açısından tam takır, tonlar ise sonuca mümkün mertebe yakın olmalıydı. Bir kısım kayıtları ve mikslerin tamamını ben şehirdışı işinde bulunduğum zaman zarfında Mine Erkaya ile yaptılar. Ben döndüğümde iş mastering aşamasına gelmişti.


Sadece mastering’de dijital sistem kullandık. 2 kanal makara teybe atılan miksleri dijitale aktardık. Cherokee şarkısının sonunda teybin yavaşlayıp durma efekti var ya, Yavuz fade-out yerine teyp dursun istedi, aktarırken makaraya parmağımla bastırarak ben durdurdum. İlk seferde olmadı tabi, tam doğru yerde durması ve duruşun çok belli olması gerekiyordu, eğer istediğimiz gibi olmazsa şarkıyı en baştan bir daha aktarmamız gerekiyordu. Şarkıyı defalarca baştan sona dinlerken içimizden “bu sefer olacak” düşünceleriyle odakta kalmaya çalışıp heyecanlanıyorduk, çok uğraştıydık ama eğlenmiştik te.


Albümün ana gövdesi  tıpkı sahnede canlı çalarmış gibi ortaya çıkarıldığı için albüm  stüdyo prodüksiyonu kokan değil de buram buram müzisyen kokan bir albüm oldu. Günümüzde bu tarz albüm kaydı kaldı mı bilmiyorum.



12. Diğer projelerle kıyaslarsak, “Satılık” albümünün hazırlanması, daha kolay veya daha zor diyebilir miyiz? 


Kayıt ve miks aşamaları için öyle ortalamanın dışında kolaydı yada zordu diyemem. Hiçbir albüm çok kolay bitmiyor zaten. Ama Yavuz o şarkıları yazmak için ne zorluk çekti yada Yaşamak İstemem Aranızda gibi bir şarkıyı ona yazdıran zorluklar nasıldı işte o kısmını bilmiyorum…. Yalnız bana çok zor gelen bir anı hatırlıyorum:


Kaset dönemini yaşamayanlar için biraz ön bilgi; kasetlerin A ve B yüzleri vardır, kasetçalara sevdiğimiz bir albümü taktığımızda defalarca baştan sona dinlerdik. A yüzünün bantı dibe vurunca kasetçaların auto-reverse özelliği kasedi çıkarıp ters çevirmeye gerek kalmadan B yüzünü çalmaya başlardı. B bitince az sonra yine A yüzü başlar ve böyle saatlerce devam. Hızlı ileri-geri sarmak ise zahmetli ve uzun işti. O yüzden kasedin A ve B yüzlerine basılacak müzik mümkün mertebe eşit sürede olsun istenirdi. Eğer yüzlerden biri dakika olarak daha uzun olursa diğer yüzün o kadar boşluğu olurdu, kasedi dinlemekte olan kişi bazen dakikalarca o boş kısmın çıkardığı “fısssssss” sesine maruz kalırdı, yada teybin başına gidip FF tuşuna basıp bantın sarmasını beklerdi, bu hiç te keyifli olmazdı.


Yavuz aramızdan ayrılmıştı, albümü ise henüz çıkmak üzereydi fakat şarkıların değişik uzunlukları ve sıralama sebebiyle kasedin A ve B yüzleri dakika olarak birbirine yakın değildi. Tam emin değilim ama belki de yüzlerden biri kaset standardı olan 23 dakikayı aşıyor da olabilirdi. Bu meseleyi teknik olarak çözme işini Mustafa Karahan benden rica etti. Şarkıların bazılarından bölüm kesip atmam gerekecekti. Yavuz artık yoktu…… Mine muhtemelen halen şoktaydı. Stüdyo 74’te tek başıma çok ağlayarak bir çalışma günü geçirdim. Yapım aşamasındayken insan hep teknik ayrıntıları dinliyor demek ki, ben o gün ilk defa şarkıları duydum. Beni bir ton tuğla gibi çarptılar. İşi gerekli şekilde yaptım ama nereleri kestim attım bana kimse sormasın, gerçekten bilmiyorum, yaptım ve hemen unuttum.




13. Bu sektörde Teoman, Kıraç ve Zerrin Özer gibi ünlü sanatçılarla, kiminin kaydında kimin icrasında yer alarak çalıştınız. Bu çevreyi edinmenizdeki en önemli etken neydi? 


Teomanla bir sezon sahnede bas çaldım ve bazı miks mastering işlerini yaptım. Teoman’ı henüz albümü olmadığı ve Beyoğlu’ndaki Hayal Kahvesi ve Kemancı barda cover çaldığı yıllardan tanıyorum. Ben Jazz Stop barda çalıyordum ve o dönem adet idi müzisyenler birbirilerini dinlemeye giderdi, ara verildiğinde bol sohbet olurdu. Sadece müzisyenler arasında değil, müzisyenler ve dinleyici kitle arasında da. Çalanlar ve dinleyenler sanki herkes aynı bir organizmanın parçasıydı, o yılların müzik kültürünü doya doya yaşıyorduk. O bakımdan Teoman içimizden biriydi, çok ortak tanıdığımız vardı.



 Kıraç ile her alanda çok yoğun çalıştığım 7-8 yılım var. Hem stüdyo yapım aşamalarında hem de sahnede yoğun şekilde. Onunla tanışmamız ise tam olarak, şimdi artık var olmayan BRT TV kanalında çektiğimiz Performans isimli müzik programına konuk geldiğindeydi. Ben artık belli işleri başarmış, belli referanslar elde etmiş birisiydim, sokaktaki dinleyici tarafından olmasa da müzik yapım mutfağındakiler tarfından az çok tanınıyordum. Performans programındaki miks işçiliklerim herkeste memnuniyet uyandırmıştı. Kıraç program çekimi arasında bana bir işten bahsetmek istediğini söyleyip TMC ofisine davet etti. O görüşme sonrasında başladağımız iş büyük yankı yapacak olan Zaman albümü idi.


 Zerrin Özer’in ise, Erdal Kızılçayın düzenlediği “Ve Böyle Bir Şey….” albümünde birkaç elektrik gitar solo çaldım ve TRT Müzik kanalında haftalık canlı müzik programlarında tonmaister olarak çalıştım. Erdal İsviçre’de yaşıyordu ve o albümün kayıtlarını almak için bir süreliğine İstanbul’a gelmişti ve benim stüdyo 74’te çalışmayı seçmişti. Kendisi beni Fuat Güner’in stüdyosunda çalıştığım günlerden tanıyordu, teknik asistanlığını da yapmıştım, ayrıca Fuat Güner’in ilk albümündeki Sen şarkısına çaldığım solodan da gitarcılığımı biliyordu. Zerrin’in albümünde de o tarz birkaç solo istiyordu, birlikte kaydettik. Zerrin’le okumaları yapmaya geldiğinde tanıştık. Albümüne çaldığım soloları çok beğendiğini ve benle tanışmaktan çok memnun olduğunu söylemişti bana. Ben ise çok yıllar öncesinden kendisine hayrandım zaten, ondan bunları duymak ne şahaneydi.


Bu üç örneğe bakınca sanırım çevreyi edinmekteki etken(ler) kendi çok net belli ediyor. Becerilerini geliştirmek, insanlarla pozitif şekilde geçinmek ve işte bekleneni karşılamak.




22 Aralık 2017 Cuma

MANUŞ BABA ETEĞİ BELİNDE ÇALINTI MI?


Yanılmıyorsam bu yazın (2017) sonlarına doğruydu, Çocuk Kalbim Seni Söyler Korosu’nun (daha sonra Livaneli Korosu) şefi Feray hocadan bir davet ile Moda Kayıkhane’de canlı performans dinlemeye gittim. Yol boyunca Feray şeften şu az sonra dinleyeceğimiz genç hakkında güzel sözler dinledim, hikayesinin bir bölümüne malik oldum. Mütevazi, dürüst, düzgün bir gençti bu. Mekana yaklaşırken kulağıma iyi dengelenmiş büyük ve güçlü bir ses sisteminden geldiği belli olan orkestra sesi gelmeye başladı. Salona girip sahneyi karşıdan gördüm, ses siteminin heybetini tam hissettim. İzlemeye gelmiş büyük bir kalabalık vardı. Tonmaisterin çalışma köşesini gözüme kestirmem uzun sürmedi, kendisini tanımıyordum ama işini iyi yapmıştı. Orkestranın arkasındaki duvarda Manuş Baba yazıyordu. İlk defa duymuştum. Bir süre dinledim, mekanın açıkhava bölümüne çıkıp sahnenin hemen yan tarafına denk gelen camdan izleyip dinledim. Bunca yıl müzik aranjmanları yapmaktan dolayı olsa gerek, kulağım artık daha karmaşık fikirler arıyor galiba, müzikal fikirleri çok ilginç bulmamakla beraber orkestranın özenini ve uyumunu sevdim, derli toplu disiplinli çalıyorlardı. Solistin duruşu sahneye yakışıyordu. İzlemeye gelen kalabalık hep bir ağızdan şarkıları avaz avaz söylüyordu. Belli ki iş iyi tutulmuştu. Manuş Baba, Feray şef ve koronun sanat yönetmeni Nogay’ın eski ve sevdikleri bir tanıdığı olduğu için konser bittikten sonra kendisine kuliste selam vermeye gittik. Feray beni tanıştırırken Manuş ile ilk defa göz göze geldik, melek gibi iki göz gördüm. Beni kırk yıldır tanıyormuş gibi bir his verip “merhaba hoşgeldin Cengiz abi” dedi…….

Gelelim meseleye. Basında Manuş Baba hakkında çalıntı eser kullandığıyla ilgili iddialar dikkatimi çekti. Söz konusu eseri (Eteği Belinde) yardımcı hocam Melike’nin çokça bahsetmesinden biliyordum, Melike orkestra arkadaşlarıyla çaldıkları yerlerde çok istek alan bir parça olduğundan bahsediyordu. İnternette haberleri dikkatle okudum, çalınan eser olduğu iddia edilen Atilla Yılmaz’ın Senden Gayrı eserini de dinledim. Daha önce ne şarkıcıyı ne de şarkıyı duymamıştım. Manuş’un hem avukatının hem kendisinin basın açıklamalarını okudum, MSG raporunu okudum. Feray şef Manuş’un sosyal medyada ağır ve çirkin saldırılara uğradığını ve tüm bu olanlardan dolayı kendini çok kötü hissettiğini iletti. Ben de öyle tahmin etmiştim zaten.  Bu melek bakışlı gençle empati kurdum, milletimizin genel olarak araştırmadan peşin hükümlere ve linçlere ne kadar hevesli olduğunu biliyorum. Konu hakkında şu ana kadar yazılan çizilenlerde eksik ve yanlış bulduğum şeylere bir nebze aydınlık getirebilecek bir miktar bilgi paylaşmak istedim. En temel bilgilerle başlayayım.


POP ŞARKI FORMATI


Popüler müzikte şarkılar genelde birkaç bölümden oluşur ve alışılagelmiş bölüm isimleri aşağı yukarı şöyledir:

İntro melodisi (türk kültüründeki en yakın karşılığı ara nağme)

A Bölümü (sözlerin kıta kısımları)

C Bölümü (sözlerin nakarat kısmı)

- B Bölümü (bazı şarkılarda A’yı nakarata bağlayan bir B kısmı da vardır; Bridge - Köprü)

D Bölümü (daha gelişmiş formatta şakılarda bazan nakarat ikinci kez döndükten sonra yepyeni bir hava katan bir bölüm vardır)

- Doğaçlama Solo Bölümü (bazan ara nağme yerine genellikle usta bir enstrumancının çaldığı şarkı melodisinden bağımsız bir solo vardır).

Aklıma net bir örnek gelmese de bir şarkı formatında bulunabilecek bölümler bu saydıklarımla sınırlı kalmak zorunda değil.



Manuş Baba Eteği Belinde şarkısını oluşturan bölümler

A
(B'si yok, Solosu yok, D'si yok)



 

Atilla Yılmaz’ın Senden Gayrı şarkısını oluşturan bölümler


(B'si yok, Solosu yok, D'si yok)


MSG raporunda belirttiği gibi benzerliğe konu olan bölüm Senden Gayrı'nın 2ci İntro Melodisi'dir. MSG bu bölümü Türk kültüründe alışılagelmiş olduğu şekliyle "ara nağme" adlandırmış.


 


MSG ara nağmelerin birebir aynı olduğunu ifade etse de ben teknik olarak %75 benzerlik bulduğumu ifade etmek isterim. Son ölçüleri farklı çünkü. Artı, Senden Gayrı intro melodisinde 1ci dolap 2ci dolap farkı var, Eteği Belinde'de yok, hep aynı dolap dönüyor. Artı akorlardan biri de farklı ama sanırım akorlar besteye değil aranjmana giriyor.

25 Mayıs 2017 Perşembe

SOUNDCHECK (SAUNDÇEK) NEDİR?

KISA


Restoranda önümüze konan yemek tabağı için görmediğimiz bir mutfaktaki görmediğimiz bir aşçının o yemeği hazırlama aşaması gibi, sahnede canlı çalacak müzisyenlerin toplam müzik sesini oluşturacak olan tek tek enstruman seslerini bir tonmaister yardımıyla dengeli hale getirme çalışmasıdır.

Tonmaister - Ton Ustası.   Ton - Ses Rengi

Örneğin bir klasik gitarı, bir piyanoyu ortalama bir evin salonunda 2-3 metre mesafeden akustik olarak 3-5 misafire duyurmak başka, aynı gitarı ve piyanoyu bir konser salonunda 300-500 kişiye duyurmak başka. Bunun yapılabilmesi için sesi yükselten elektronik ekipmanlar (mikrofon, DI box, kablo, ses mikseri, amfiler, hoparlörler) ve bu ekipmanları çalıştırmayı bilen teknik personel gerekiyor. Eğer toplam müzik bir değil de birkaç enstrumanın ve insan sesinin toplamından oluşuyorsa, tek tek sesleri hem sahneye hem seyirci tarafına hassas şekilde dengelemesini bilen ayrıca bir ses mühendisi / tonmaister gerekiyor.

Bir diğer deyişle, eğer ensrumanların kendi doğal sesleri rahatça duyuluyorsa (derslik, ev salonu), ses yükseltme sistemlerine ve tonmaisterlere de gerek yok, ses dengeleri ve kontrolü çalanların elinde.
Yok eğer enstrumanların doğal sesleri rahatça duyulmuyorsa (gösteri salonları, açık alanlar), o zaman devreye ses sistemleri, teknik personel ve tonmaister girmek durumunda.


YAYGIN BİLİNMEYEN GERÇEKLER


- Aynı anda çalan enstruman sayısı arttıkça, daha kapasiteli ses ekipmanı ihtiyacı da doğru oranda artar, tonmaisterin işinin zorluğu ve süresi de doğru oranda artar.

- Daha kalabalık orkestralarda ve daha büyük salonlarda işin kapsamı ve zorluk derecesi arttığı için çoğu zaman sahne içine ayrı, seyirci tarafına ayrı tonmaister bakar.

- Aynı sahneye peşpeşe birçok orkestra çıkacaksa, orkestralar bu hassas ayarları tanımadığı bilmediği bir tonmaistere teslim etmek yerine, her orkestra kendi tonmaisteri ile çalışır.

- Eskiden Türkiye’deki müzik mekanlarında nadiren bir tonmaistere rastlanırdı, bugün ise tüm adı iyi bilinen mekanlarda tonmaister çalıştırılıyor.

- Bir yerde konser vermeye giden orkestra üyeleri yanlarında ek bir orkestra üyesi olarak tonmaister götürürler. Götürmeyenler ya işlerini ciddiye almıyorlardır ya da bütçeleri dardır ve gittikleri yerde alacakları hizmetteki problemlere peşin peşin razı olmuşlardır. Ya da işin teknik kısmını bir şekilde kendileri halledecek kapasitededir, o da olabilir.

- Büyük isimlerin konserlerinin öncesinde soundcheck yapılırken mekanda seyirci bulunamaz. Belki de geniş anlamda kitlenin soundcheck diye bir aşamanın varlığından ve öneminden haberdar olmamasının sebebi budur?

- Büyük isimlerin konserlerinde mekanda seyircinin sesi duyacağı tüm noktalarda sesin nasıl duyulduğunun kontrol edildiğini, arzulanan sesin ulaştırılamadığı o bölgelere seyirci alınmadığını, satılmış bilet varsa iade edildiğini dahi duydum. (U2 stad konseri)


----------


AYRINTILI İNCELEME


Baştan sona tek enstrumanla icra edilen müzikler var olsa da, günlük hayatta çokça kulağımıza gelip te alıştığımız, gerek radyoların gerek televizyonların çaldığı müzikler, gerek youtube spotify gibi platformlardan seçip dinediğimiz müzikler, gerek konser düğün dernek gibi ortamlarda sahneden yayılıp kulaklarımıza çarpan müziklerde çok büyük çoğunlukla birden fazla enstrumanın karışımından oluşmuş toplam bir sesten bahsediyoruz.

Müziğin üretiminde ve pazarlanmasında görev alan kimseler çok çeşitli farklı isimler ve terimler kullanmakta olsalar da, sade müzik dinleyicisi olup müziğin teorisini, bestelenmesini, düzenlenmesini, ses mühendisliğini ve müziğin hukukunu bilmeyen yaygın kitle arasında bu toplam sese basitçe bazan “şarkı” bazan “müzik” bazan “eser” bazan “türkü” vs deniyor.

Bu toplam müzik sesi bazan stüdyo ortamında önceden kaydedilip titizlikle ayarlanmış, final ürün haline getirilmiş ve yayına verilmiş oluyor (‘banttan’ terimi), bazan ise enstrumanları çalan ve söyleyenler tarafından dinleyicilerin önünde eşzamanlı olarak icra edebiliyor  (‘canlı’ terimi).

Banttan veya kayıtlı müziklerde bu ‘toplam müzik sesi’ günümüzde çoğunlukla seyircisiz stüdyo ortamında, toplamı oluşturacak olan her enstrumanın sesi ayrı ayrı kaydedilerek, en iyi performanslar alınana kadar kaç sefer gerekirse tekrarlanarak, daha sonra elde edilen tüm kayıtlar ses mühendisi tarafından titizlikle dengelenerek final ürüne dönüştürülüyor (miks ve mastering aşamaları).


Sevilen ve iyi bilinen bir kayıtlı müziğe bakalım ve bu toplam sesin nelerden oluştuğuna bakalım.







Benim kulakla duyup ayırıştırabildiklerim şöyle:
Kick
Bas
Bongolar
Kaşıklar
Darbuka
Elektro Bağlama
Şarkıcı
Atak yerlerinde Elektro Tomlar

STÜDYO KAYIT
Bu ayrı ayrı enstruman sesleri bir ses kayıt stüdyosunda seyircisiz/dinleyicisiz ortamda çalınmış kaydedilmiş, birleştirilmiş, hem zamanlama (senkron) hem de birbirine oranla ses açıklığı kısıklığı (şiddet, gürlük, volum) açısından hem de ses rengi uyumluluğu açısından (ton, parlaklık/matlık, ağırlık/hafiflik, sertlik/yumuşaklık, ıslaklık/kuruluk gibi) titizlikle dengelenmiş (miks ve mastering aşamaları). Yani, bu toplam ses hem enstruman çalanların performanslarından hem de teknik hizmetten ibarettir. Tüm işlemler dinleyiciden uzakta itina ile bitirilmiş olup, hazır olduktan sonra dinleyicinin beğenisine sunulmuştur.

CANLI PERFORMANS
Canlı müzikte ise toplam sesi oluşturacak olan tüm enstruman ve sesler seyircinin önünde aynı anda ve eşzamanlı olarak icra edilir. Birçok şey ters gidebilir ve ikinci bir tekrar olanağı yoktur, performans ilk ve tek seferinde nasıl çıktıysa o duyulacaktır. Tonmaisterin ise tüm sesleri tek parça süresi içinde dengelemesine imkan yoktur. Masallardan fırlamış gibi olağanüstü süratli bir tonmaister olsa bile, parça başlarken ayarlamaya başlasa ancak parça bittiğinde bir yere varır, ki iş işten geçmiş olur. O yüzden hassas ses dengeleri ve ton ayarlamaları performans başlamadan önce, mümkünse seyircisiz bir ortamda yapılır, arzulanan denge yakalandığında seyirci mekana alınır ve performans başlar. Bu canlı performans o sırada müziğin icra edildiği açık veya kapalı mekanda fiziken bulunan seyircilere yayınlandığı gibi, bir yada birkaç tv/radyo/internet kanalına da canlı yada kaydedilip daha sonra 'banttan' da yayınlanabilir. Bu sebeple canlı performansları elden gelen en iyi şekilde kaydetmek büyük önem taşıyor, zira kaydedilmeyen performansları sadece o gün o mekanda bulunan insanlar görüp duyuyor, onların hafızalarında bir süre kaldıktan sonra unutulup gidiyor. Kayıtlar ise hem daha sonra izletilebiliyor, hem daha çok insana ulaştırılabiliyor, hem hatıra veya referans anlamı taşıyabiliyor, bir bakıma ölümsüzleşiyor.

YEMEK GİBİ MÜZİK
Bir restoranda önümüze konan bir yemek tabağının nasıl kendiliğinden hazırlanmadığını, bir yerlerde bir ahçının ham malzemeleri dikkatlice dengeleyip pişirdiğini, tabağa dikkatlice yerleştirdiğini biliyorsak, toplam müzik sesini oluşturan enstrumanların da kendiliğinden dengelenmediğini, bir yerlerde bir ses mühendisinin buna kafa patlattığını ve ter döktüğünü bilmekte fayda var.

Dahası, bir ahçının eline gerekli malzemeleri (et, sebze, ekmek, yağ, baharat) ve ekipmanları (buzdolabı, fırın, tencere) vermezsek, ve yemeği hazırlaması için gerekli zamanı vermezsek önümüze bir yemek gelemeyeceğini, ya da kötü bir yemek geleceğini biliyorsak, müziği topluca canlı icra edecek olan müzisyenlere ve tüm seslerin kontrolünü teslim ettiğimiz mühendise gerekli ekipmanları (müzik enstrumanları ve seslendirme ekipmanları; mikser, hoparlör, mikrofon, stand, kablo) ve hazırlık süresini vermezsek kulağımıza kötü bir müzik geleceğini de bilmekte fayda var.

Öte yandan, eğer yemeğimiz lezzetli değilse, afiyetle yiyemiyorsak bu nasıl yüksek ihtimalle yemeği oluşturan ham maddelerdeki bir dengesizlikten ileri geliyorsa (fazla/az tuzlu, fazla/az sulu, fazla çiğ, fazla pişmiş, yanmış vs), kulağımıza gelen toplam müzik sesi de eğer bize keyif vermiyorsa, kafamızı şişiriyorsa, bunun sebebi yine çoğunlukla gerek enstrumanlar arası ses şiddeti dengesizliği gerek ses renkleri uyumsuzluğundan ileri gelir.

Hoş, bazan yemeğin içindeki domates yada et düpedüz kötüdür ve yemeği bozar. Aynı şekilde bazan da orkestranın içinde bir yada birkaç enstrumanın performansı kötüdür, bu da toplam müziği bozar. Bazı durumlarda ise kimi insan düpedüz örneğin bamya sevmez. Aynı şekilde bazan kimi insan belli parçayı veya belli müzik tarzını sevmez, ama bu durumlar soundcheck konusunun dışındadır. Burada sadece kötü bir soundcheck'in de müziği kötü performans kadar bozabileceğini vurgulamak istiyorum, zira bunu bilmeyen insanlar bütün faturayı sahnede gördüğü müzisyenlere kesmeye meyillidir.

Gayet geçerli bir çalış performansının kötü dengeyle ne derece rezil olabileceğine bir örnek:






Bunu paylaştığım facebook gönderisine yazdığım hikaye de kaydadeğerdir, tamamını okumak için tıklayınız.




10 Nisan 2015 Cuma

Oğuz Gençay ile Röportaj

İstanbul Drama Sanat Akademisi öğrencilerinden Oğuz Gençay'a benle yaptığı bu röportaj için teşekkür ediyorum. Kendisinin de izniyle burada yayınlıyorum.


1) Doğduğunuz ve çocukluğunuzu geçirdiğiniz yerden bahseder misiniz ?

Eskiden adı Yugoslavya olan bir ülkenin bir bölgesi olan Kosova'nın Mitroviça kasabasında doğdum. Çocukluğumu orada, Osmanlı yapısı, surlarla çevrili, geniş bahçeleri olan tarihi bir evde geçirdim. Dede, babanne, baba, iki amca, yengeler, kardeşler, kuzenler, misafirler hep beraber aynı evin içinde yaşardık. Ülkenin düzeni sosyalist düzendi. Ne çok zengini ne de çok fakiri vardı. Paradan çok bilgiye ve ustalığa değer verilirdi.



2) Müzik ile uğraşmaya nasıl başladınız ?

Büyüdüğüm evle aynı sokakta kasabanın müzik okulu vardı, ailem de müziği çok severdi, evde çokça müzik dinlenirdi ve enstrumanlar da mevcuttu. Şartlar uygundu ve ailem de beni buna teşvik etti.



3) Ailenizde başka müzik ile uğraşan var mıydı?

Evet. Sonradan benim götüreceğim kadar profesyonel dereceye götürmeseler de, babam trompet amcam ise saksafon çalardı. Kasabanın "big band" jazz orkestrası vardı. Provalarını bizim sokaktaki müzik okulunda yaparlardı. Babam ve amcam o orkestrada çalardı.



4) Ailenizin müziği seçmenizdeki etkisi nedir ?

Ailemin müziği seçmemde etkisi çok büyüktür. Sadece başlamamda değil, bütün süre boyunca verdikleri destekle de. Her anne baba gibi onlar da evlatlarının gelecekleri için endişe etseler de, bana inançlarını ve desteklerini hiçbir zaman esirgemediler.



5) Ailenizin sizin hakkınızda müzik hariç başka düşünceleri var mıydı ?

Mutlaka üniversite bitirmemi istiyorlardı. Hiç unutmam, babam hep "1 okul, 2 müzik" derdi. Benim müzik konusundaki ciddiyettimi gördükçe bir süre sonra "1A okul, 1B müzik" demeye başladı. En sonunda "tamam anlaşıldı, müzisyen olacaksın ama n'olur şu üniversiteyi yarım bırakma" ya geldik.



6) Müzik dışında uğraşmak istediğiniz başka bir meslek var mıydı ?

Evet vardı ama onu burada söyleyemem.

7) Okuduğunuz okullar nelerdi ?

Eski Yugoslavya'da ilkokul ve ortaokul, ilkokul adı altında birleşikti, tıpkı şimdilerde Türkiye'de de birleştiği gibi. Toplam 8 yıl ilkokul, 4 yıl lise ve 4 yıllık üniversiteyi (İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV-Sinema Bölümü) 8 yada 9 yılda okudum.



8) İlk konserinizi nerede verdiniz ? Yanınızda biri var mıydı ?

İlk konserimi 1988 yılında Kosova Mitroviçası Geleneksel Rock Festivalinde verdim. Yanımda grup arkadaşlarım vardı. TAMA isminde bir gruptuk. Bateri, bas, elektrik gitar, ve klavyemiz vardı. Yanılmıyorsam önceleri bateristimiz şarkı söylüyordu, sonra bir şarkıcımız oldu.



9) İlk albümünüzü ne zaman ve kiminle çıkardınız ?

İlk albüm sayılabilecek 3 yada 4 şarkılık kayıtlarımızı yine Kosovada, Priştine şehrindeki stüdyoda kaydettik. Yıl 1990 yada 1991 olabilir. O sıra grubumuzun adı artık Horoskop olmuştu. Şarkılar Kosovanın yerel radyo ve televizyonlarında yayınlandı ve liste başı oldu.



10) Kıraç ile çalışmaya nasıl başladınız ?

1992 yılında üniversite okumak üzere İstanbul'a geldim. Bir taraftan okurken, bir taraftan müzik sektöründeki daha az yada daha fazla önemli çeşitli insanlarla tanıştım. Bir süre sonra Moğollar grubunun efsanevi davulcusu Engin Yörükoğlu'nun barında çalmaya başladım. Orada basçıları Taner Öngür ile tanıştım. Taner Öngür beni, o sıra stüdyosunda tonmaisterlik yaptığı Fuat Güner ile tanıştırdı. Derken FT stüdyolarında çırak olarak tonmaisterlik ve stüdyo müzisyenliğine de başladım. Zamanla stüdyoda hem çok sevilen işler yaptım hem de müzisyenlik ve tonmaisterlik becerilerimi iyice geliştirdim. 2000 yılında İstanbul'da bir dönem BRT televizyon kanalında Performans adlı müzik programının tonmaisterliğini yapıyordum. Programa gelen sayısı kabarık konukların arasında Kıraç da vardı. Daha önce yaptığım işleri de duymuştu, o gün orada yaptığımız işten de memnundu, bana sıradaki albümünü kaydetme işini teklif etti. Böylece Kıraç'ın Zaman albümü ortaya çıktı.



11) Kıraç'tan önce başka gruplarla çalıştınız mı ?

Evet. Bendeniz, Sibel Tüzün, Deniz Arcak, Teoman...



12) Hiç kendi stüdyonuz oldu mu? Olduysa kimlerle müzik yaptınız ?

Evet oldu. Şişli'de Stüdyo 74. Teoman, Mansur Ark, GMG, Feridun Düzağaç, Objektif, Funda Arar, Nilgül, Bertuğ Cemil vs....   Daha sonra stüdyoyu ufaltıp evimdeki odama taşıdım.




13) En çok dinlediğiniz müzisyenler kimlerdir ?

Çocukluk yıllarımda o eski kasetçalarda en çok çalan albüm sanırım Lionel Richie'nin "Can't Slow Down" albümüdür. Şu meşhur Hello şarkısının olduğu albüm. O albümde "Running With The Night" şarkısında bir gitar solo vardı ki, beni benden aldı.

Yeri gelmişken değinmeden geçemeyeceğim; o yıllarda albümlerde çok az makina çok daha fazla müzisyen çalardı. Dünyanın en iyi müzisyenlerinin ustalıklarını göstermelerine yer verilirdi. Şarkıcıların yanında çeşitli enstruman ustalarından müthiş sololar duyardık. Ne var ki, hal böyleyken bile albümlerin kaset ve plağa basılmış versiyonlarında bu sözkonusu sololar mevcut iken, aynı şarkıların tv klipleri ve radyo versiyonlarında ne yazık ki bu bölümler kesintiye uğrarlardı. Ya spiker tam solo çalarken konuşmaya başlardı, yada parçanın o kısmı editle kesilip atılırdı. Bu duruma çok kızardım. Radyo'da yada TV'de parçaya rastlayıp, o müthiş soloları duyacağım diye beklerken, çokça hevesim kursağımda kalırdı. Yıllarca süren sıkıntılı çalışmaların sonucunda meydana gelen o usta enstrumanistlerin eserlerini duymayı beklerken, spikerin laubali ve boş konuşmasını her duyduğumda, yapabilsem ağzının ortasına bir tane çakasım gelirdi.

Enstruman çalışını ustalaştırma yolunda çalışan birisi olduğum için, öylesi bir soloyu çalmanın, birkaç satır şarkıyı söylemekten çok daha fazla emek ve zaman istediğini iyi biliyordum. İnsanların neyin değerli olduğunu ölçerken korkunç hata yaptıklarını düşünürdüm. Halen daha öyle düşünüyorum. Bu günlerde durumu daha da vahim görüyorum. İnsan soyu olarak yanlış yere değer verdiğimiz şeyler o boyuta geldi ki, kendimizi yok etmeye doğru gidiyoruz. Örneğin, yüz binlerce ışık yılı çapta eşi benzeri bulunmayan ve var olmamız için yaşam şartlarını sağlayan bu yegâne gezegeni maddi kâr elde etmek adına hızla mahvetmemiz gibi. Korkunç yanlışlık şurada; maddi kâr insan icadı bir hayal ürünü, yaşam şartları (hava, su, gıda, sağlık ve eğitim) ise gerçek değerler.

- Konuya döneyim, Youtube'da "Running With The Night" parçasının orijinal klip videosu mevcut ancak tam da yukarıda izah ettiğim gibi, parçayı klibe uydurmak için canım solonun en güzel yerini kesip atmışlar, o yüzden solonun tamamının bulunduğu bu videoyu paylaşıyorum:






- Bunun haricinde Michael Jackson'un Thriller albümünü anmadan geçemem. Onu daha sonra plaktan çok dinledim. "Beat It" şarkısındaki Van Halen'in solosu beni çok etkilemişti:







 - Şimdi bir başkalarını da hatırladım. Gitar hocam bana George Benson'un canlı konser kaydını kasede çekmişti. "Weekend in LA" albümü. Siemens Walkman'imde en çok çalmış albüm bu olabilir. Aman tanrım, ne besteler ne performanslar ne sololar. Tamamı burada:






Sonra, Larry Carlton'un albümü "Strikes Twice". Bu da gitar hocamın bana plaktan kasede çektiği ve walkman'imde en fazla çalan 2ci albümdür:






- Daha sonra İstanbul'a geldiğimde Steely Dan'i keşfettim. İlk arabamın teybinde en çok çalan albüm sanırım Live In America albümüdür:







14) Türkiye'de en çok hangi müzisyen ile çalışmak istersiniz?

İş arkadaşlarına starlık taslamayan, gelişmeye açık, yenilikçi fikirleri olan herhangi müzisyenle çalışabilirm. Günümüz dünya düzeninde yaşam sürdürmek henüz paraya bağlı olduğu için, ve ben müzikten geçiniyor olduğum için, bu kimselerin kazanç üretiyor olması ve etrafını sömürmeyen tiplerden olması da önemli. Ancak bu ileride değişebilir, kaynak-bazlı ekonomiye geçişi tamamlayabilirsek yaşamımızı sürdürmek illa para kazanmaya bağlı olmayacak. O zaman çalıştığım müzisyenlerin kazanç üretip üretmemelerinin bir önemi kalmayacak.




15) Dünyada en çok sevdiğiniz ve beraber çalışmak istediğiniz müzisyenler kimlerdir ?

2007 yılında Yngwie Malmsteen ile iş yapma olasılığı görüşüldü. Stüdyo 74'e onun albümüne yaylı kaydı yapıp verdim ama Kıraç ile planladığımız ortak turne hayata geçmedi. Olmasını çok isterdim ama olmadı.



16) Çocuğunuzun müzikle uğraşmasını ister miydiniz ?

Tabiki. Seçenekler arasında müziği de mutlaka sunardım. Gerisi hayat şartlarının getirdiği ve kendisinin bileceği iş.



17) Ülkemizin dünya çapında müzisyen çıkarmamasının sebebi sizce nedir ?

Dünya çapında müzisyenimiz yok değil esasında. Fazıl Say, Aydın Esen, Erkan Oğur, belki daha düşünsem başka da sayabilirim. Belki kastettiğin dünya çapında pop starlardır. Bunun cevabını bilmiyorum, ancak spekülasyon (dayanaksız görüş) yapabilirim. 
Görüşüm şudur ki bu tek bir sebepten değil, daha çok zincirleme sebeplerden. Dünyada en çok konuşulan diller sırasıyla Çince, İspanyolca ve İngilizce. Çince'nin bizim bildiğimiz müzik sektörüne etkisi yok gibi. Nasıl olmadı onu bilmiyorum. Ancak bildiğimiz müzik sektörünün kalbi İngiltere ve Amerika olduğu için bu ülkelerin çıkardığı starların hakim olduğunu görüyorum. İngilizce ve İspanyolca müzikler hakim. Çince hariç, hakim olan diller ile müzikler arasında tutarlılık var sanki. Sektörün kalbi oralarda atıyor, okulundan, enstrumanından, kayıt teknolojisinden mühendislerine kadar onlar yapıp satıyor, bizler alıyoruz. O hacimlerde iş yapmak için oranın kurallarına göre oynamak lazım sanırım. Örneğin Yngwie Malmsteen Isveçlidir ama kendini Amerikalı sayıyor. Örneğin futbolcu Mesut Özil Türk diyoruz ama Almanya'da yetişmiş, kendisine Türk demeye bin şahit ister.. Kısaca, bu kafalarla, bu alışkanlıklarla o hacimlerde iş yapmak mümkün değil sanırım.


Bir bakışa açısı daha eklemek istiyorum. Avrupa'da çeşitli ülkelerde bulundum, Amerika ve Avustralya'ya da gittim. Şunu farkettim ki Türkiye insan beynine çok saldıran bir yer. Dört bir tarafta dev bilboardlar, reklamlar, ışıklar, logolar, yüksek ses.... Şirketler ve marketingciler adeta bağırıyor, bana bakın, beni dinleyin, benim ürünümü alın diye.

İnsan beyninin nasıl çalıştığını biraz bildikten sonra, bu tip bir ortamın daha derin düşünmeyi, yaratıcı fikir bulmayı ve problem çözme yetisini engellediğini anlamak mümkün. Özetle, bu ortamda insanlar bir şeyler üretmekten çok, ancak tüketirler.




18) Tarzınız dışında başka hangi tarzda müzik yapmak istersiniz ?

Tarzların beraberinde getirdiği kültüre bakarım. Şarkıyı söyleyen ile enstrumanları çalanlar arasında sınıf farkı gören kültürleri almayayım. Bir de "gıy-gıy" dediğim sürekli bayık, kendine acıyan tarzları almayayım, gerisi tamamdır. Benim için iyi icra edilen ve kötü icra edilen müzik vardır, o kadar.